HAYAT ARŞİVLEMEYE DEĞER
Otuzuncu yılımın ikinci günüydü. Günlerden çarşamba, aylardan kasımdı. Çalışma odam karanlık, ben ise tamamen yalnızdım.
Yağmur henüz başlamıştı. Karşı kanepede oturuyordu gölgem. Yanına gittim sessizce, perdeyi araladık, oturduk biraz, sonra beni aradık uzaktan gözlerimizle. Ardından çıt çıkarmadan usulcana fısıldandık ve “Hayat Arşivimizi” karıştırmaya başladık. Anlatacaklarım, anlatacakları olmalıydı. Kim bilir belki de amansız bir deli girmişti içime. Nedensiz, sorgusuz ve sualsiz çıkaramıyordum onu birikmiş bu sığ derinliklerimden.
Sorgusunu bitiremediğim yaşam, uzunca ara vermişlikten kurtulup, otuzuncu yaşımda sanki pusuda kavramıştı sessizliğimi. Esrik bedenim kaygısızca harcadığım günlere inat dimdik ayakta, üstelik beni bekliyordu biraz ötedeki sokak lambasının hemen altında.
Sokaktaki aydınlığı görebilmenin verdiği rahatlıkla gölgesine baktım otuzuncu yılımın. Farkında bile değildim galiba! Sere serpe yatan gölgeme basar olmuştum sarı karanlığın loş zemininde. Oysaki gölgeler sarsak derlerdi, ürkek durur derlerdi, karanlığın içindeki yitik aydınlıkta. Güneşin olmadığı yapay ışıkta ne kadar da zayıf duruyordu otuzluk gölgem.
Ne yazık ki karanlık benim içimde kalan tek umut olmuştu. Ben ise gölgeme, yani otuzuncu yaşıma basar olmuştum. Üstelik hüsranlarımın sevinçleri, kalp kırmalarımın aldanmalarıyla beraber, kısacası tüm içe dönüm karmaşalarımla beraber…
Sonra aniden kalakaldım öylece! Bütün ıslanmıştım terden. Dilime takılan o kelimeler geldi ardından; “Belki de çocukmuşuz, çokmuşuz hayata” dedim kendi kendime. Olmadı. Olmamıştı, tutunamamıştım söylediğim tüm süslü cümlelerle.
Zihnimin akar penceresinden dökülürcesine açılıveren perde, karanlık dâhil olmak üzere ümitsizlik duvarını örüyordu. Silemediğimiz akıl rehberimiz, yaşam dediğimiz ömür aralığında benimle bir oyuna mı başlamıştı. Ya da kendi kendime kandırılıyor muydum?
Geçip giden dakikaların ardından zaman her şeye çare oldu.
Açmıştım ışığını karanlık odanın, perdesini kapamıştım pencerenin. Aklımın tüm ateş böcekleri havada, ellerim eski bir fotoğraf albümünün yapraklarındaydı. Artık aydınlanıyordu galiba dünyam. Karanlık gölgelerle birlik olmuş çoktan uzaklaşmıştı.
Avuçlarım arasında birkaç kare fotoğraf sıralanmıştı. Babam, yani oğlumun dedesi; oğlum, yani babamın torunu; birde içine sığdırabildiğim ben, aynı karelerde farklı yerlerdeydik. Ben çekiyordum. Onlar çekiliyorlardı.
Bir çıkışın yönü ve zamanı olmamasına karşın elimde bulunan bu fotoğraflar ötekilerden farklı, hayat arşivinden çıkarılmış ve hiç bir kitabın sayfası olmamıştı. Genç bir şeftali fidanının önünden başlayan hikâye, çivili futbol tahtasında demir para ile yapılan kuşaklar arası müsabaka ile devam ediyordu. İşte o hikâye;
“Oğlumun dünyaya gelmesinden kısa bir süre sonra babam vaktini geçirmekten büyük keyif aldığı erik bahçesine genç fidanlar ekmişti. Bunlardan bir tanesi vardı ki, ikinci yaşında meyve vermeye başlamıştı bile. Kendi gibi küçük şeftaliler veren bu ağaç hemen hemen oğlumla aynı yaştaydı. Dede ve torunu oldukça mutlu bir şekilde hayat arşivime poz vermişlerdi. Üstelik yaptığım şeyin farkında bile değillerdi. O gün şeftali fidanıyla çektiğim yalnızca babam ve oğlum değildi.
Aslında babamın otuz sene önce hayata diktiği ilk fidan bendim. İki sene önce diktiği genç şeftali ağacı ile çoktan meyvelerimizi vermiştik. Üstelik bir karenin içine de sığışmıştık. Babam, oğlum ve meyveleriyle genç şeftali…
Oğlum 5 yaşına bastığında şeftali fidanı şimdilik 3 tane meyve verebilen sevimli bir şeftali ağacı olmuştu. Dünya zaten çok değişmişti. Teknolojinin binlerce nimet ve materyal sunduğu yeni nesil oğlum, akşamüstü şeftali ağacından toplamış olduğumuz şeftalilerden birisini yerken bana şunları söyledi.
Baba bilgisayarda futbol oynayalım mı? Evet dedim. Her şeyi hazırlamaya başladım. Oyun konsollarını çıkardım. Bilgisayarın ekranını açtım. İşte tam o anda bilmediğim bir sebeple elinden tutup dedesine götürme ihtiyacı beliriverdi içimde. Babamla konuşmamızın hemen ardından Oğul Emre’nin meraklı bakışları arasında beyaz bir sunta parçasını ölçüp biçtik önce, sonra kestik ve en sonunda çizdik. Çivilerini çaktık. İplerini bağladık. Babamın tıpkı çocukluğumda bana yaptığı gibi, kendi çocukluğunda hazırladığı gibiydi her şey!
Hazırdı çivili futbol tahtamız. Bozuk paramızı aldık geçmişten geleceğe uzanabilecek kuşaklar arası futbol maçı şimdiden başlamıştı. Para bir o yana bir bu yana yuvarlanırken üç kız belirdi yanımızda. Ellerindeki frizbiyi bıraktılar. Kuşaklar arasındaki maçı seyretmeye daldılar.”
Sonuç olarak ben tırnak işaretleri arasındaki bu hikâyeyi sizlere yazdıktan tam dört sene sonra babam ve oğlumu aynı yerde tekrardan fotoğrafladım. Ertesi gün yazıyı okurken yeni bir fotoğrafı hayat arşivime soktuğumu Emre’nin ve ağacın büyümesinden dolayı çok iyi anladım. Şeftali ağacının ve onunla beraber dikilen kiraz fidanının Emre’nin üstüne oturabileceği bir ağaç olduğunu ve zamanın ne kadar hızlı geçtiğini, zamanın ne kadar önemli bir hazine olduğunu ve yaşamdaki en değerli varlıkların ailemiz olduğu kanısını tekrardan vardım.
Çivili futbol tahtasına gelince; o tozlu bir rafa kalkmış durumda, çocuk parkında çocuklar tarafından ilk kez görülüp, minik bedenleri şaşırtmaya devam eden küçük futbol tahtamız beklide yıllar sonra Emre’nin çocukları tarafından tekrar oynanmayı bekleyecek.
İşte dostlar; Bizler fotoğrafın altın oranına, grafiksel değerine,rengine, ışığına ve ritmine, vb. teknik ayrıntılarına bakıyoruz; ama fotoğrafın aldığı övgülerin, katıldığı sergilerin, uluslararası ya da ulusal fotoğraf yarışmalarında aldığı ödüllerin de dışında daha da üst noktada duran ve kuşkusuz en büyük değer yargısı olabilecek bazı şeyleri unutuyoruz. Oysaki sahip çıkabildiğimiz tüm değerlerimizi belgelerken, çektiğimiz her karenin “Hayat Arşivimize” girdiğini ve şahsımız için öneminin çok büyük olduğunu da hiçbir zaman unutmamalıyız.
Hayat Arşivlemeye Gerçekten Çok Değer