Fotoğrafın Büyülü Lekeleri
Algılayamadığımız, anlayamadığımız, tanımlayamadığımız, akıl ile kimi zaman hiç ama hiç sorgulayamadığımız, sorgulasak bile tam olarak sonuca varamadığımız gün; uzun uzadıya vakitle yarışırken uğraştırır tüm zorluklarıyla çoğumuzu.
Biz fotoğrafçılar, fotoğraf sanatını sevenler, fotoğrafla uğraşanlar, “fotoğraf sanatçısıyım ben” diyenler, öyle geçinenler, öyle sunulanlar, photographer’lar, “tanıtım fotoğrafçısıyım” diyenler, vesaire… Vesaire…
Biz fotoğrafçılar; geceleyin sabah çıkacağı yolculuğun, yolculuk esnasında çekebileceği fotoğrafın hayaliyle; akşamüstü, sabahki yolculuğunun yorgunluğu ve çektiği fotoğrafın büyüsüyle uyuyamayan, uyusa bile bir sonraki gün çektiği fotoğrafın heyecanıyla yüzleri sürekli gülümseyen insanlarız aslında. Eline yüzüne şeker bulaştıran pis ve kirli afacan çocuklar gibi dolaştırırız fotoğraflarımızı ellerimizde ve dillerimizde, yanımızda hep bir bakan olsun istememiz de cabasıdır. Cep telefonlarınızda, bilgisayarlarınızda hafızalarınızda, hafıza kartlarında yer etmesini isteriz sevdiğimiz karelerin.
Tekrar etmekten sıkılmıyorum. Biz fotoğrafçılar “en iyi fotoğraf akılda kalan fotoğraftır” cümlesini sıkça kullanırız. Çekilmemişi arar, çekilmişe yorum katıp taklit eder, bazense malzemeleri değiştirip aynen kopyalarız. Aslında fotoğrafın büyülü lekeleriyiz hepimiz. Yalan ya da doğru; Bazılarımız çok ak, bazılarımız çok kara…
Hayata temiz ve kirli vizörlerin arkasından bakan sevgili dostlarım; “Hep en iyisini çektim, çekeceğim ben” diye övünüp duranlar, böbürlenenler, iyi fotoğrafı gizleyenler, kötü fotoğrafla ödül alıp kendini eleştirmeyenler; Çuvaldızı önce kendime sonra binlerce kez kendime batıracağım.
Yok, hayır kendimden önce bulamadığım o cesarete batırmalıyım bu çuvaldızı. Aslında çok suçluyum. Suçum o kadar büyük olmalı ki, oncadır benimle gezen kafamdaki o dokuz tilkiyi yazmadım. Belki de birikmesini bekledim diyelim. İçime sığdırdığım o lekeli büyük cesareti bulamadım dersek bu daha doğru olur. Aslında çok cesaretliyim zannetsem de kendimde başaramamıştım bu işi. Siz anlayın İşte!
Sevgili dostlar, photographer’lar, üstatlarım; kısa bir süre önce, Türk fotoğrafına yön verecek üstatların arasına genç yaşına rağmen girmiş ya da girmeye aday olan o genç üstadın mekânında ufak bir söyleşi yaptık. Konuşmam esnasında içimi de ufaktan döktüm galiba. Buda bana cesaret verdi diyelim.
Fotoğraftan anlayan ya da hiç anlamayan dostlarıma, yazının tam bu noktasına kadar beni için için eleştiren ve daha sonraları eleştirebilecek arkadaşlarıma rağmen özgüvenimle direnerek, irdeleyerek, sesleniyorum!
İnanmak istediğiniz olgu bazen yanlış bile olsa, yanlış olduğunu bildiğiniz halde size doğru geliyorsa, o sizin doğrunuzdur; Arkasında durmayı bilmelisiniz. Duramıyorsanız kendinize yanlış yapmışsınızdır. İşte benim inandığım da bu galiba…
Ben fotoğrafım! Fotoğrafçı değil, üstelik photographer hiç değil. Girebiliyorsanız objektifinizi doğrultmadan bir karenin içine, kestirebiliyorsanız gözlerinizle işte siz de fotoğrafsınız. Ama fotoğrafçı olabilmek çok zor bir olgu, çıkabilirseniz dışarı!
Aslında hazır bu kadar cesareti bulmuşken, üstelik artık beni okuyabilecek bir kitlenin var olduğuna inanmışken, “Fotoğrafın Büyülü Lekeleri” ni biraz açmak isterim.
Genelde yorgun vücut, yağlı saçlar ve kısık gözlerle geliriz evimize. Üstelik şehrin o en kirli ve en monoton havasından kurtularak. Bakarak olduğumuz dünya kimimiz için çok engin kimimiz içinse çok sığken. Düşünsenize usunuzun gidebildiği son noktada bulduğunuz kendinizi, hayatın en rutin halinden kurtalabilirseniz, işte hayal gücünüzü engellenemeyecek bir kıvama getirmişsiniz demektir. Bazen inandığınız ya da inandıklarınız başkalarına çok doğal ve inandırıcı gelmese bile, karşınızdakinin hikâyeye inanma derecesine bağlı olarak size inanılmaz derecede gerçekçi gelebilir.
İşte bahsini sürekli tekrarladığım bu gerçek, yukarıda anlattığım öyle bir günün gecesinde beni pençesine takıvermişti. Geceleyin sabah yapacağım o yolculuğun hayaliyle derin düşüncelere dalmıştım. Aslında bırakın dönüşümdeki o yorgunluğu ve heyecanı, yıllar sonra bana yaşatacağı kısa sevinci, mutluluğu ve derin kederi bilseydim yemin olsun fotoğraf çekmek yerine yatar uyurdum.
Her fotoğrafçının istediği iyi ışık o gün bana denk gelmişti galiba. İyi bir sis, tersten akan güneş, sabahın pusunda alevlenen sarı heyelanının göl üstündeki akiksi sırça dansı, siyah gölge kuşlarının suya birleşmiş aksiyle göl ve civarında oluşan devasa giz; işte benim fotoğrafın süsü olmuştu. Ah o balıkçı yok mu? Defalarca gitmeme karşın geçmez ki bir kerecik daha. Ya fabrika bacalarından mor tonla sevişircesine gökyüzüne akıttığı, arkasındaki ışığı alıp gözlerimi bembeyaz yakan o dumanlar; onlara ne demeli?
2008 yılının tarihini hatırlamadığım soğuk ve meçhul bir ayının herhangi bir gününde çekmiştim bu fotoğrafı. Sabah beş buçuk civarlarıydı. Babamın askerlik arkadaşının oğlu -beraber büyüdüğümüz- sevgili Dinçer arkadaşımla beraber yola çıkmış, gece hayalini kurduğum onca güzel şeyin birden karşıma çıkmasıyla fotoğrafı çekmiş ve arşivimin en güzel yerine gömmüştüm. Hep derler ya inanmak başarmanın yarısıdır diye.
Ben hayal etmiştim; gerçekleşmişti. Hepsi bu kadardı.
Fotoğrafı çekmemden günler sonra arşivimde gezinip başka bir fotoğraf ararken o güzel karenin büyük bir kirliliği anlatmak için önemli bir malzeme olabileceğini düşündüm. Deneysel bir fotoğraf olmasına ve arka planı çok bozmamaya karar verdim. Fotoğrafa birazcık daha sis ekleyerek kirli bir ortam yarattım. Daha sonra ise arkadaki ağaçların yapraksız olduğunu düşünerek, doğanın en küçük yapı taşlarından biri olan yeşil yapraktan sevimli bir yeşil kayık yaparak, içine de birisini yerleştirdim. Sığınmıştı bizim insanımız oraya; Doğaya, sırasıyla yaprağa ve yeşiline…
Aslında yaptığım İnsanoğlunun dünyada giderek büyüyen ve çözülmez hallere bürünen küresel ısınmaya, iklim değişikliklerine, çevre kirliliklerine duyarlılığını anlatmaktı. Kendim için ise küçük bir yeşil lekenin fotoğrafın bu kadar önüne geçebileceği konusundaki o gerçeği göstermesi bakımından tatmin edici bir sonuca ulaşabilmekti. Bunu da fazlasıyla başarmıştım.
Benim yaptığım bu deneyseli, farklı ülkeler “green boat” yani “yeşil kayık” ismi ile sergilenmeye başlamış, ilgi çeker olmuştu. 14 farklı ülkede sergilenen bu deneyseli en sevdiğim fotoğraflarımın başına koymuştum bile.
Günler hızlı bir şekilde geçmiş, 2011 yılı gelmişti. Son dönemlerin modası olan fotoğraf yarışmalarından birisi bu fotoğrafı çektiğim yerin belediyesinden gelmiş ve yarışmanın şartnamesinin açıklamasından hemen sonra hızlı bir karar almış, bu yarışmaya katılmaya karar vermiştim. Dokümanı incelediğimde orası olduğuna kesin karar verip, yarışmanın ismine çok da uymayan bu fotoğrafı, içinde bulunan kirlilik objelerinin bulunduğunu da göz ardı ederek, basılacak bir yayında kendine yer edinir düşüncesiyle orijinalliğini bozmadan gönderdim.
Ne mi oldu? Tabii ki birinci oldu. Sonrası mı? Fotoğraf hiç konuşulmadı. İçindeki dumanı, sisi, nemi, kayığı, adamı, doğası, kirliliği vb. Hiç biri konuşulmadı bunların. Aldığı ödülün gerisinde kaldılar. Bırakın yanına yaklaşmasını, beni telefonla arayanlar ‘‘ne güzel fotoğraf’’ demek yerine “götürdün parayı” dediler. Üstelik çevremde bulunanların yapmış olduğu tüm kirliliğe rağmen, ben de inanarak ‘‘evet götürdüm’’ dedim.
Sonrasında ne mi oldu? Açıklayayım. Ödül insanlara çok büyük geldi ki ‘‘bu fotoğraftaki ışık çok güzel’’ dediler. Kimse fotoğraftaki kirliliği sormadı bile. Baktım ki bu iş olmayacak böyle, ben de oralı olmadım. “Evet; ışık çok güzel”, diyerek dumanları yuttum.
Acaba sadece benim fotoğrafımda mı kirlilik var, dedim kendimce. Yoksa ben mi abartmıştım, diyerek normale döndüm.
İlk günlerin hızı bitip tükenmişti ki günler sonra telefonum çaldı. Oysaki telefonun ucundaki tanıdık bir sesti. “Dumanları sen koymuşun, çektiğin yer de orası değilmiş. Seni de bol kepçeden şikâyet ettiler”, dedi. Evet, şikâyet edilmiştim. Oysaki şartnamede şöyle diyordu: Birincilik herhangi bir şekilde geri alınırsa boş bırakılacaktır. Niye şikâyet edilmiştim ki… Boş bırakılacak bir birincilik kime yarardı?
Düşündüm. Sonra beni arayan o tanıdık sese tekrar döndüm. “Evet, dumanı da koydum, sisi de ben yaptım” dedim. Fakat şunu bilmiyorlardı; ben dumanı bir gün önce hayalimde koymuştum. Benim suçum onunla karşılaşmaktı. Bir de o deneysel fotoğraf… Onu yapmıştım. İşte cezamı çekiyordum. Kim dedi ki sana deneysel yaptığın fotoğrafın ham halini gönder diye? Adın çıkacağına canın çıksın derler ya. Sanki hoş geldin diyordu bana “Fotoğrafın Büyülü Lekeleri”
Sonraki zamanlarda yaptığım büyük hatayı anlamıştım. Yapmış olduğum deneyselde bulunan arka plan dumanları orijinaldi. Deneyselde yaptığım yeşil kayıkla aynı muameleyi görmüştü bizim mor gökyüzüyle sevişen dumanlar.
Ama daha önce fotoğraflara o kadar çok sis ve duman eklenmişti ki, artık herkes dumanları sonradan konma zannediyordu. Duman ve sis olmuş bir âlemi, aynı sisi farklı fotoğraflarda kullanan, çok konuşan, yapılanı beğenmeyen, yaratmadan kolaya kaçan acaba bizler değil miydik? Lafı fazlaca uzatsam da, tekrar söylüyorum. O dumanı ben hayalimde bir gece önce koymuştum oraya. Ağaçların hemen arkasından çıkan beyaz şeyler mor bir gökyüzüne, sevişircesine akıyorlardı. Ya fabrika bacasıydı, kirli dumanlarını salıyordu ya da tarlada çalışan birileri otları yakmıştı.
Bu kadar tekrarın ardından son sözümü de tekrar ederek bitirmek isterim;
Aslında “Fotoğrafın Büyülü Lekeleriyiz” hepimiz. Bazılarımız çok ak, bazılarımız çok kara… “Ben neredeyim?” sorusunu bu yazıyı yazmadan önce sordum kendime. Kesin cevap veremedim. Siz yazıyı okuduktan sonra sordunuz mu? Ya da sorabilecek cesaretiniz var mı?
Sevgi ve saygılarımla Melih SULAR